Bugün annemi kaybedeli 2 yıl oldu. 2 yıldır ıssızım, bir parçam eksik… Gülten Avar çok özel bir ruhtu. Her yaştan birçok kişi buna tanık oldu. Beni tanıyanlar bilir; aileme, dostlara ve tanıdıklara günce tutmalarını, hatırat yazmalarını söylerim. Anneme de yıllarca anılarını yazması için ısrar etmiştim. Bir gün çekmecesinden bir defter çıkarttı, yazmıştı! Öylesine duru bir anlatımdı ki başlayınca bırakamadım…
Bölüm Tam Metni
Bugün annemi kaybedeli 2 yıl oldu… 2 yıldır ıssızım, bir parçam eksik… Gülten Avar çok özel bir ruhtu. Her yaştan birçok kişi buna tanık oldu.
Beni tanıyanlar bilir… Aileme, dostlara ve tanıdıklara günce tutmalarını, hatırat yazmalarını söylerim. Anneme de yıllarca anılarını yazması için ısrar etmiştim. Bir gün çekmecesinden bir defter çıkarttı… Yazmıştı! Öylesine duru bir anlatımdı ki başlayınca bırakamadım… 1930 doğumluydu, bir Cumhuriyet kadınıydı. Zor yılların tanığıydı…
Umarım her birimiz ailesinden anılar biriktirir ve Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana sıradan insanların yaşadıklarını kayda geçirirler. Bu cefakâr, fedakâr insanlara olan borcumuzu ancak anılarını canlı tutarak ödeyebilir, ruhlarını şad ederiz. Nur içinde yatsınlar…
Yaşam öyküsünün bir bölümünü Gülten Avar’dan dinleyelim:
“Dokuzoğuzlar derlermiş bize… Dedem memlekette eczacı imiş… Annem Raziye, Balkan Savaşı’nın ortasında 1911’de doğmuş. Selanik’in Nasliç kasabasından memlekete gelmişler. Meriç nehrini kayıkla geçmişler, Tekirdağ’ın Kumbağ ilçesinde bir eve yerleştirilmişler. Yanlarında taşıyabildikleri kadar eşya ve yelek içine diktikleri keselerde az bir para…
Fakat Yunan Trakya’ya yeniden girince her şeyi bırakıp İstanbul’a kaçmışlar. Beşiktaş Ihlamur’da oturmuşlar. Az zaman sonra dedem hastalanarak ölmüş. Anneannem 4 çocukla ortada kalmış. Annemi ve Refik dayımı alıp Eskişehir’de ağabeyinin yanına sığınmış.
O zamanki Maarif Müdürü akrabamız imiş. Anneannem ona başvurmuş durumu anlatmış. Dayımı okula yazdırmak için konuşmaya gitmişler. O gün odadan çıkarken maarif müdürü teyzeme dönüp ‘Sarıkız, sen de okumak istemez misin?’ diye sormuş. Teyzem çok sevinmiş. Teyzemi ve Nuri dayımı yatılı okula kaydetmişler.
Teyzem İzmir öğretmen okulunu bitirmiş, Eskişehir’e gelip öğretmen olarak çalışmaya başlamış.
Babamın ailesi ise Yugoslavya Manastır’dan gelip Eskişehir’e yerleşmiş… Annemle çocukken tanışıp 20 yaşına varmadan evlenmişler. İlk çocukları Ayten ablam yaşamamış. Ben 5 kardeşin en büyüğüyüm.
Eskişehir Hoşnudiye mahallesinde İstasyon Köprüsün’e bakardı evimiz. Porsuk çayı kenarında büyük bir çayıra bitişik… Alt kat mutfak, oturma odası, çocukların odası ve babamın marangoz atölyesi. Annem, anneannem çok güzel yemekler yaparlardı. Aklımda kalan bir sepet… Üzerinde bembeyaz bir örtü… İçinde kahve şeker cezve ve fincanlar. Dedemin fincanı sapsız kallavi bir fincan… Dedem köprübaşında gözükünce hemen cezve mangala sürülürdü.
Güzel günlerdi…
Arka bahçede tavuk, horoz, kaz kümesleri vardı. Her sene 600 civarında kaz yavrusu yumurtadan çıkardı. Çayır da Porsuk da sarıya boyanırdı. Onları yakalayıp sevmek istediğimde baba kaz tıslayarak gelir sırtıma abanır gagası ile saç örgümü yakalar kanatlarıyla dövmeye çalışırdı. Hektor eve yardım çağırmaya koşardı. 1964 yılına kadar hep bir köpeğimiz vardı ve hepsinin adı Hektor idi.
Mahalle ve komşularla hep büyük bir aile gibi yaşardık. Kim zorda ise onun yardımına koşulurdu. Kimin evinde güzel bir yemek pişse komşulara da yollanırdı. Herkes düğünde, cenazede bir bütün olurdu. Cenazeler evlerden kalkardı… Her cenazede üzüntüden hasta olur yatağa düşerdim…
Kış geceleri kar ile pekmez karıştırılır ikram edilirdi. Buğday haşlanır şekerle karıştırılır ikram edilirdi. Tarhana, erişte tüm mahallede birlikte yapılırdı.
Bizim sırada Remziye teyze, Melahatların evi vardı Onların karşısında Sevimler otururdu. Sevim evin tek kızıydı… En güzelimiz Melahat’tı. Mahallede kör ebe, yağ satarım bal satarım, saklambaç oynar birbirimizden hiç ayrılmazdık.
Kışlar bambaşkaydı. Sular donardı. Sabah kalkan hemen su ısıtır sobaları yakardı. Porsuk deresinin üzerinde atlı araba geçtiğini gözlerimle görmüştüm Hava ısınmaya başladığında buzlar çıtırdamaya başlardı. ŞİİR gibiydi Eskişehir’in kışı…
Kış hazırlığı 2 ay sürerdi. Başlı başına şölendi. Biberler, patlıcanlar iplere dizilir kurutulur, salçalar yapılırdı. Kilere teneke ile beyaz peynir, teker şeklinde çuval sarılı kaşar peynir, kuru fasulye, nohut mercimek konulur, turşu ve reçellerin her türlüsü yapılırdı.
Kalaylı leğenlerde buğdaylar ıslatılır nişasta çıkarılır, köylere bulgur ısmarlanırdı. Pestil, pekmez, bulama depolanırdı. Unutamadığım üvez diye bir meyve vardı. Sarı kırmızı hevenk halinde asılırdı. Olgunlaşınca rengi kahverengiye dönerdi. Evde hünnap, fındık, fıstık hiç eksik olmazdı.
Komşular toplanır 60 yumurta ile makarna, 40 yumurta ile kuskus, 20 yumurta ile tarhana yaparlardı. Bunlar sinema şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Her şey sevgi ile yapılırdı.
Mahalleden Sevim, Melahat ve ben çok yakındık. Zengin fakir ayrımı yoktu. Hepimiz aynı kılık kıyafetteydik… Ayrımız gayrımız yoktu. Öğretmenlerimize çok saygılıydık. Öğretmenlerimiz de bizi evladı sayarlardı.
İlkokul 3. Sınıfa başlamıştık. Herkes onun hastalığını konuşuyordu… Herkes üzülerek ondan söz ediyordu. Çok üzülüyorduk… Ama vefat haberi geldiğinde tüm mahalle, tüm sınıf, tüm okul gözyaşı döktük. Herkes onu konuştu. Aylarca kimse radyo açmadı, kimse yüksek sesle konuşmadı… Sessizlik her yeri sardı. Sınıfta sadece ‘O’ anlatıldı: ATATÜRK artık yaşamıyordu…”
Annemin anıları… 40’lı, 50’li yıllarla devam ediyor. Halk giderek yokluk ve yoksulluk ve haksızlıklarla cebelleşiyor. Dertli zamanlardan, hastalık ve yokluklardan geçerken bile güçlü olmak irade göstermek, çevreyle yardımlaşmak ve gülümsemeyi yüzünden ve ruhundan eksik etmemek, Annemin ve o zamanın insanlarının özeti bu… Ruhları şad olsun…
Onların yol göstericiliğinde ilerleyeceğiz! O ruhu gençlerimize taşıyacağız…