25 Kasım’ın simgesi Mirabel kardeşlerdir. Sisteme muhalif Mirabel kardeşler 1960’ta Dominik Cumhuriyeti Diktatörü Truyillo tarafından korkunç bir şekilde öldürülmüşlerdir ve Birleşmiş Milletler 1990’ların başında “kadına şiddet” kavramından söz etmeye başlamış, 1999’da da Mirabel Kardeşler anısına 25 Kasım’ı “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan etmiştir. Yani kız kardeşlerin katledilmesinden tam 40 yıl sonra… Bunun şu meşhur “Demokrasi Projesi”yle doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. “Demokrasi Projesi” 1983’te Başkan Reagan tarafından ilan edilmiştir. Projenin en önemli ayağı hedef ülkelerde kadınları kullanmaktır. Feminizm kadını hak mücadelesinde erkekten ayırmak ve sınıfsal kavgayı cins kavgasına çevirmek için kullanılacaktır. Tıpkı sendikaları öldürüp ya da sarartıp yerine sivil toplum örgütlerinin kullanılması gibi…
Bölümün Tam Metni
Şu geçtiğimiz 25 Kasım günü, Birleşmiş Milletler tarafından “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” olarak adlandırılan bir gündü. Geçenlerde feminist bir grubun bu tanıma “erkek ve devlet şiddetiyle mücadele” dediğini de duydum. O nedenle bu konuya biraz zaman ayırmak istiyorum.
25 Kasım’ın simgesi Mirabel kardeşlerdir… Sisteme muhalif Mirabel kardeşler 1960’ta Dominik Cumhuriyeti diktatörü Truyillo tarafından korkunç bir şekilde öldürülmüşlerdir ve Birleşmiş Milletler, ilk olarak 1990’ların başında ‘Kadına Şiddet’ kavramından söz etmeye başlamış ve 1999’da da Mirabel kardeşler anısına 25 Kasım’ı “Kadına Şiddetle Mücadele Günü” ilan etmiştir. Yani kız kardeşlerin katlinden tam 40 yıl sonra… Bunun şu meşhur “Demokrasi Projesi”yle doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum.
Demokrasi Projesi 1983’te başkan Reagan tarafından ilan edilmiştir. Projenin en önemli ayağı hedef ülkelerde kadınları kullanmaktır. Nasıl kullanılacaktır kadın? Sistemin Feminizm akımıyla hedefi, kadını hak mücadelesinde erkekten ayırmaktır. Sınıfsal kavgayı cins kavgasına çevirmek sistemin işine gelir. Sendikaları öldürüp ya da sarartıp yerine sivil toplum örgütlerinin kullanılması nasıl işine geliyorsa aynen öyle…
Birleşmiş Milletler de malum Amerika’nın denetiminde bir yapıdır ve özellikle 90’larda kadın, çocuk, gençlik, çevre gibi konulara özel bir hassasiyet göstermeye başlamıştır. Bu hassasiyet tabii ki tam da o yıllarda katledilen Irak, Azerbaycan ya da Bosna halkı için söz konusu değildir.
1980’lerde ‘Demokrasi Projesi’ ile yumuşak güç kullanımı karara bağlanmıştır. “Kadına Şiddete Hayır!” sloganlaştırılmış ve içi boşaltılmıştır. O günden beri her 25 Kasım’da veya 5 Aralık’ta ya da 8 Mart’ta bunun örneklerini görüp duyarız.
Bizim, tırnak içinde “ilerici entelektüel hanımlar” her konuda olduğu gibi Batı hangi yönü işaret ediyorsa o yöne bakarlar. Kendilerine örnek aldıkları direniş modelleri genellikle Batı’nın, Avrupa’nın, Amerika’nın sivil toplumcularının işaret ettikleri modellerdir. Bu anlamda entelektüellerimiz tam anlamıyla ‘mandacıdırlar!’ Aldıkları eğitim nedeniyle kafaları ve gözleri Amerika ve Avrupa’dan gelmeyen örneklere kapalıdır.
“Kadına Şiddete Hayır!” diye ortaya çıkan kadın oluşumlarının çoğu batı odaklarından gelecek fonlarla yakından ilgilidirler. Hem “Kadına Şiddete Hayır!” diyerek sosyal sorumluluklarının gereğini yerine getirip rahatlarlar, aynı anda batılı örgütlerden, Avrupa Birliği veya Amerikan sivil toplum odaklarından verilen fonlara kavuşurlar.
Peki, batılı odaklar Türkiye’de kadının şiddet görmesine karşı mücadeleyle neden bu kadar ilgilidirler? Sadece batılı ve çok medeni oldukları için mi? İşte, bence araştırmamız gereken konu bu! Çünkü gerek Amerika’da gerek Avrupa ülkelerinde kadına şiddet had safhada…
Amerika’da Her 4 Kadından Biri Şiddet Görüyor!
Almanya ve Fransa’da her 3 günde bir, bir kadın öldürüldüğü rapor ediliyor. Yani kendi dertlerine deva bulamamışken gelip Türkiye ve birçok diğer ülkede bu konuya eğilmeleri, yeni yasalar çıkarılması için tavsiyelerde bulunmaları, kadın örgütlenmeleri için bir yığın fon ayırmaları ilginç değil mi?
Gerek Birleşmiş Milletler gerekse batılı sivil toplum örgütleri neden kadın, çocuk ve çevre konularında bu kadar hassaslar ve her ülkeye el atmak ve orada temsilcilikler ya da bayilik mi desem (!) oluşturmak için bu kadar hevesliler (?)
Onların herhangi bir ülkenin kadın ve çocuklarını pek önemsemedikleri, sadece petrol ve gaz için ateşe verdikleri coğrafyalardan belli!
O zaman kadın, çocuk tacizlerini dillerine dolayarak katledecekleri bir yol olduğunu anlıyoruz… Ve bu yol kendi ülkelerinin çıkarlarına hizmet edecek bir kurguya işaret ediyor.
“Bırak Allah aşkına bunlar hep komplo!” diyen birilerini duyar gibiyim… İşte tam bu aşamada birileri bu lafları ediyorsa onlara da iyi bakın! O kurgunun yerel kuklalarıdırlar.
Joseph Nye diye bir adam var. Amerikan derin devletinin teorisyenlerindendir. ‘Yumuşak Güç’ daha sonra da ‘Akıllı Güç’ kavramlarını ortaya atmıştır. Bu kavramlar konumuzla çok ilgili. O yüzden kadın, çocuk, çevre vs. sivil toplum örgütlerinden bahsederken bu ismi anmak gerekir.
Adamın dediği şu: Amerika ülkelere kendi dediğini üç yolla yaptırabilir.
Birinci yol; sopa kullanmaktır. Yani zor kullanmak, bombalamak, silahlı tehdit, örtülü operasyon ve gibi gibi…
İkinci yol; havuç uzatmaktır. Yani fon vermek, para vermek…
Üçüncü yol; “çekim gücü yaratmak” diyor Joseph Nye.
Diğer ülkelerdeki aydınlar Amerika’nın ya da Avrupa’nın değerlerine hayran bırakılmalıdır. Çocuklarını onlar gibi yetiştirmek istemelilerdir. Siyasi değerleri insani değerleri Batı’dakilere benzemelidir. Batı, Türkiye için bir çekim merkezi haline getirilmelidir. Ve getirilmiştir.
Yani ülkelere yumuşak yumuşak sızılmalıdır. Yumuşak güç için değerler sistemi dayatılırken kadın ve çocuk ve çevre konuları en başta yer alır. Çünkü bu konuların etrafında örgütlenme gerçekleştirmek çok daha kolaydır.
Her ülkenin elitinden, seçkin kadınları “Sistem’i savunacak şekilde eğitilir. Öyle düşünmeyenler dışlanır, aşağılanır…
‘Sistemin adamı’ olanlar efendilerinin sözlerini tekrarlarlar. Mesela “Kadına Şiddete Evet” denebilir mi, mümkün mü bu? Tabii ki her aklı yerinde insan, kadına şiddete, çocuğa şiddete, erkeğe şiddete, bitkilere hayvanlara şiddete “hayır” der. Ama bu söylem yavaşça Kadına yönelik ERKEK şiddetine hayır sloganına dönüştürülmüş ve Birleşmiş Milletler de bu son derece tehlikeli adımı teşvik etmiştir.
Sistemi yönetenler kadınlı erkekli emperyal bir grup, kadını da erkeği de çocuğu da doğayı da paramparça etmekte iken, kendi çıkarlarını savunan sivil toplumcuları her ülkeye tohumlandırmışlardır.
Onlar iş dünyasının başındadır, basın yayın ve hatta sosyal medyada onların borusu öter. İstihbarat örgütlerinde onlar vardır, tabii ki üniversitelerde çocukları onlar eğitir, ekranlar onların işgalindedir.
Elitin kadınları, sistemle barışık oldukları sürece, idareci mevkilere gelir, IMF’yi yönetir, siyasi mekanizmanın en üstlerine geçerler. Exxon Chevron’un başındaki Condolezza Rice, Bush’un Dışişleri Bakanı olur. Fas’tan Pakistan’a 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini buyurur.
Bunları hatırlıyorsunuz değil mi?
Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Arap baharıyla birçok ülkeyi kan operasyonlarına sürükleyen isimdi. Kaddafi linç edildiğinde sevinç çığlıkları atan Clinton, Ortadoğu’daki tüm kan operasyonlarında sahnede zafer işareti yapmaktaydı ve kadındı! Madlene Albright ‘Demokrasi Projesi’yle tüm terör gruplarını hedefe koydukları iktidarlara karşı kullandıklarını açıkça itiraf etmişti. Binlerce kadın, erkek ve çocuğun kanı ellerindeydi! 1980’lerde İngiltere’nin kadın başbakanı Thatcher, İngiltere’nin kadın hükümdarı olan 2. Elizabeth’e kabineyi sunduğunda, kabinesinde tek bir kadına yer vermemişti.
Demem o ki; Küresel Çete, kadın, adam tanımaz! O işine bakar. Onlar küresel bankerlerin maşaları, android ‘memurları’dır. Filmlerde var ya, robotlardan az farklı kadın ve adamlardır.
Aynı çete orman kanunu içinde yaşam mücadelesi veren ve giderek aklını kaybeden insanlar birbirini yemeye başlayınca, ‘kadınları koruma’ dernekleri kuruyor, sempozyumlarda korudukları kadınlar hakkında ‘vahşi erkek doğasından’ konuşuyor, günler ilan ediyor, vesaire…
Önemli olan ‘Sistem’in zulmünün görünmez olması, aşağıdakilerin birbirini kırması!
Özetle, Küresel Çete şunun farkındadır: Feminist bir hareket, sınıfsal bir direnişi engeller… Onlar için toplum etnik ve dini temelde bölünürken, kadınla erkeğin omuz omuza yürümesindense, düşman kamplara ayrılması muteberdir! Tıpkı etnik ve dinsel bölünmeler gibi toplum cinsel olarak da bölünmelidir.
Batı, kendi gözlüğünü bize giydirmeyi iyi becerdi. Oysa bu çok görmüş, çok geçirmiş aziz vatanın adamları ve kadınları durumu kendi gözlükleriyle değerlendirmeli… Kutlanası günlerin anlamını bilmeli!..
Batı’da kadınlara ilişkin günler, elitin hedefe yürümesi için kullandığı savaş aletlerinden sadece biri.
Ben, ilk yazımı 1977’de Süreç dergisine yazmıştım. Benim ilk basılı makalem “Batı’daki Kadın Hareketi” üzerineydi. “Erkekleri yok edelim” diyen Valeri Solanaslar, German Greerler, Kate Millett, Gloria Steinem, Betty Friedan gibi yazarlar ve temsil ettikleri hareketin detaylarını araştırmıştık. Hepsi kapitalizmin hizmetine sunulacak ya da kullanılacak yeni kadın güçleri oluşturuyorlardı.
Bitirirken ‘nasıl bir kadın’ sorusuna cevapları sıralamalıyım… Öncelikle erkeğiyle omuz omuza sömürüye karşı çıkan kadın, sistem tarafından ezilmeye yeter diyen, üreten, tüm baskılara karşı durmanın zeki yollarını araştıran kadın, sisteme karşı mücadelenin içinde yerini alan ve insanın insanca yaşayacağı bir düzen için kafa yoran kadın.
Ortada dolaşan ‘Kadın Hareketleri’ son derece çarpıtılarak genç kardeşlerimizin önüne atılmış bir oltadır. Oysa “Kadının Bağımsızlık Hareketi” öncelikle ekonomik bağımsızlık için verilecek mücadele ile ivme kaydedecektir.
Ülkemizin kendi gerçeklerinden yola çıkarak taklitçilikten kaçınarak batının sivil toplum örgütlerinden uzak durarak, kadın erkek bir arada çözümler üzerine çalışmak şarttır.
Meclis içinde kadın sayısının arttırılması gibi sahte çözümlere de bir cümleyle değineyim.
Mecliste yer alan kadınlar ezilenlerin yanında değil de ezenlerin yanında yer alıyorsa halka ya da kadına ne gibi faydaları olur? Daha önce verdiğimiz örnekleri hatırlayın! Thatcher’ın ya da Condolezza Rice veya Clinton’ın ya da Tansu Çiller’in kadın olması neyi değiştirir ki…
Demek ki mesele, mecliste kaç kadın olduğu değil, hangi sınıf temsilcilerinin mecliste varlık gösterdikleridir.
Bu cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal Atatürk’ün en çok önem verdiği konuların başında kadınların toplum içindeki yerlerini almaları vardı. O güne kadar ezilmiş horlanmış sadece binde 4’ü okuma yazma bilen kadınlar için 1925’te İzmir Öğretmen Okulu’ndaki konuşmasında şöyle diyordu:
“Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli, en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil ahlakta ve fazilette ağır vakarlı bir kadın olmalıdır. Büyük Türk kadınını çalışmalarımıza ortak yapmak esastır. Türk kadını ilmi, ahlaki, içtimai ve iktisadi hayatta erkeğin ortağı, yardımcısı, arkadaşı olacaktır.”
Ne yazık ki, neredeyse bir asır önce düşlenen kadın tipi gerçekleşmemiş! Her biri piyasaya göre yönlendirilmiş farklı kukla kadın tiplemeleri güçlendirilmiştir. Mesela; batı modasını giyiminden yemeğine, dekorasyondan, nerede yiyip eğlenileceğine kadar gün be gün değil, saat saat izleyen bir kadın tipi, elinde onlarca bin dolarlık çantası, ayağında ayakkabısı ve başında birkaç işçi maaşına bedel eşarbıyla dolaşan Osmanlı bağnazı kadınlarımız; ya da sol edebiyatı yapan, solun gereği olarak feminist sloganları tekrarlayan, kafasına mor kurdelesini takıp, erkeklerin şiddetini kınadı mı işi bittiğini sanan kadınlarımız…
Bu kadın tiplemeleri sistemin yüzünü güldürmüştür. Sistemin istediği kadın bu kadınlardır.
Gerçek, toplumun damarlarına sızarak örgütlenme yapan kadın değil de, şekilsel yüzeysel kadın tiplemesi… Dahil oldukları vakıf ve derneklerde ego nöbetleri geçiren, çevresindeki alt sınıf kadınları çekiştiren ve küçümseyen, sürekli baş öğretmencilik oynayan, halktan olabildiğince uzak ama meydanlarda yürüyüşlerde şov yapan, gösterişi elden bırakmayan, medyada atıp tutan kadın tipi… Bunların toplandığı kadın örgütlerinde safiyane duygularla yer alanlar da vardır. Bir müddet sonra durumu anlayıp uzaklaşırlar.
Her gün yeni bir kadın örgütlenmesi sahneye çıkar. Son yıllarda Birleşmiş Milletler eliyle moda yapılan “he for she” (kadın için erkek) hareketi de batıyla ilişkili akademisyenler ve onların dahil olduğu oluşumlar vasıtasıyla Türkiye’de tüm üniversite kampüslerine yayılmıştır.
Bu oluşum da Birleşmiş Milletler eliyle dünyanın her köşesindeki genç nüfusu hedef almaktadır. O Birleşmiş Milletler ki, dünyanın birçok ülkesinde, Vietnam’dan Irak’a, Filistin’e, Afganistan’a, Bosna’ya, Suriye’ye tüm katliamlara bakarkör olmuştur ama kadın ve çocuk hakları diye mangalda kül bırakmazlar. Ve bu martavallarına samimi olarak inananlar vardır ya da alınacak hibe vesair nedeniyle oyunu kurallı oynayanlar vardır.
Türkiye’de kadın hareketi tıpkı diğer alanlarda olduğu gibi hep birilerine özenerek ilerler, uluslararası trend neyse ona uyulur. Protesto yöntemlerinde “Dikilen Kadın” olunur mesela, gelinlikler giyilir, bisiklete binilir, tencere tava çalınır… Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Femen göğüslerini açarak Yanuşesku’yu protesto ettiyse, şok edici benzer protestolar organize edilir mesela.
Hatırlarsanız birkaç yıl önce Ukraynalı Femen gurubu, Ayasofya önünde Müslüman Türk erkeklerini kınamışlardı! Eylem meclisten “Kadına Yönelik Şiddeti Önleme” yasası geçerken yapıldı…
Güzel genç hanımlar birden iç çamaşırlarıyla kaldılar ve Ayasofya önünde İngilizce ve Rusça pankartlar açtılar. ‘Barbarlara Ölüm’, ‘Asit saldırılarına son!’ falan filan… Savrulan göğüsleriyle basının ilgi odağındaydılar… Vücutlar çıplak, yüzler asit yanığı makyajlıydı… ‘Müslüman Türk erkeğinin Müslüman Türk kadınına soykırımı durdurulmalı!’ ana fikri işlendi… Tüm bunlar doğruyla yanlışın birbirine macun yapıldığı bir ortam hazırlıyor. Burada sorulması gereken en önemli soru HANGİ sorusudur.
Hangi erkek? Hangi kadın? Her sınıftan tüm kadınları bir çuvala tüm erkekleri de öbür çuvala dolduramazsınız. Ama emperyal sistem bunu gayet güzel yapar. Neden? Çünkü sınıfsal bakış ortadan kalkarsa kendini güvenceye alır. Yukarda konumlanan ezen sınıflar kadınıyla erkeğiyle, aşağıdaki kadın ve erkeklerin üzerinden silindirle geçmektedir. İşte saklanması gereken gerçek budur.
Bunları 25 Kasım ya da 5 Aralık günü değil de herhangi bir gün sizlerle paylaşmayı özellikle istedim. “Kadına Şiddete Hayır!” diye bağıranlar, ilan edilmiş kadın günleriyle bir yere varamayacaklarını bilmeli… Başka oyunlara meze olmamalı! Bataklık kurutulmadan sadece sivrisineklerle oynanır. “Kadına Şiddete Hayır”ı samimiyetle söylüyorsak milli bir hükümet için çalışmalıyız. Ekonomik şartların düzelmesi için çalışmalıyız. Toprak reformunun yapılması için elden ne geliyorsa yapmalıyız. Ağalık sisteminin karşısına geçmeliyiz. Bunlar başarılmadan şiddet bitmez! Sadece bağırıp çağırıp gaz çıkarmış ve kendimizi tatmin etmiş oluruz. Sistemin istediği de tam tamına budur. Sorunları parçalara ayırmak ve parçalar içinde oyalanan kitleler yaratmak. Böylece hiçbir soruna çare bulunamayacağı garantilenmiş olur.
Bizler gerçekten ülkemizi, kadınımızı, evlatlarımızı düşünüyorsak önce batıdan fonlanan sivil toplum örgütlerinin foyasını ortaya çıkarmalıyız. Kendimiz inisiyatif alarak, kendi gücümüzle kadın erkek omuz omuza, halkla bir bütün olarak örgütlenmenin yollarını bulmalıyız.
Denize düşünce yılana sarılmak yerine yüzmeyi öğrenmeliyiz. Bunu yapan demokratik kitle örgütleri var. Genç kardeşlerim ‘Sivil Toplum ile Demokratik Kitle Öğüt’ü arasındaki farkı da lütfen araştırsınlar!
30 Kasım 2020
Banu AVAR