#25 – Öğrenciye Terörist Yaftası

0
711

18-20 yaşlarındaki genç insanların/öğrencilerin Cumhurbaşkanı tarafından terörist olarak nitelenmesini, İçişleri Bakanlığından Diyanet’e, tüm yetkililer tarafından hedef tahtası haline getirilmelerini, ülkeyi kutuplaştırma ve birbirine kırdırma politikasının bir adımı olarak değerlendirdiğimi söylemiştim.

70’lerde bizim kuşak en büyük, en kanlı öğrenci olaylarının içinden geçtik. Boykotlar, çatışmalar, birçok yaralanma ve ölümü birebir yaşadık. Bizlerin gençliği bir travmalar bütünüdür. O dönemde devreye giren provokatör sayısı inanılmazdı. Hükümetler bu yaşananlardan pek ders almışa benzemiyor. Eğer olaylar içine karışan teröristler, provokatörler varsa Hükümet İçişleri Bakanlığı ve güvenlik güçleri bunları bulmak ve öğrencilerin arasından çıkarmakla yükümlüdür. Sabah akşam, çoluk çocuğu “Terörist” olarak yaftalamak asıl teröre davetiye çıkarmaktır.

Bölümün Tam Metni

Günlerdir Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili birçok genç arkadaşla, eski mezunlarla, bazı öğretim görevlileriyle konuşuyorum. Terörist olarak yaftalanan ve gözaltına alınan öğrencilerin hepsi dün serbest bırakıldı.

18-20 yaşlarındaki genç insanların/öğrencilerin Cumhurbaşkanı tarafından terörist olarak nitelenmesini, İçişleri Bakanlığından Diyanet’e tüm yetkililer tarafından hedef tahtası haline getirilmelerini; ülkeyi kutuplaştırma ve birbirine kırdırma politikasının bir adımı olarak değerlendirdiğimi söylemiştim.

70’lerde bizim kuşak en büyük en kanlı öğrenci olaylarının içinden geçti. Boykotlar, çatışmalar birçok yaralanma ve ölümü birebir yaşadık. Bizlerin gençliği bir travmalar bütünüdür. O dönemde devreye giren provokatör sayısı inanılmazdı. Hükümetler bu yaşananlardan pek ders almışa benzemiyor! Eğer olaylar içine karışan teröristler, provokatörler varsa Hükümet, İçişleri Bakanlığı ve güvenlik güçleri bunları bulmak ve öğrencilerin arasından çıkarmakla yükümlüdür. Sabah akşam çoluk çocuğu “Terörist” olarak yaftalamak bir: Gerçek terörü sıradanlaştırmak, normalleştirmektir. İki: Asıl teröre davetiye çıkarmaktır.

Partili rektör atamasını protesto Trabzon’dan Malatya’ya, Eskişehir’den Adana’ya, Denizli’den Gaziantep’e, Bursa’dan Mersin’e tüm üniversiteler ve eğitim camiasını ayağa kaldırdı. Zaten baskı ve krizler dizisinden bıkmış insanlara bu “Ben yaparım herkes de itaat eder!” tavrı bardağı taşıran son damla oldu.

Haksızlığa karşı direnmek anayasal bir haktır… Ama Türkiye’nin her kurumu artık paramparçadır ve direnecek yüzlerce konu vardır. O nedenle; önde gelen bir üniversitenin öğretim üyelerince başlatılan ve öğrencilerce desteklenen direnişe mana verilememiştir.
Ekonomik sıkışıklık ya da eğitim, sağlık, sosyal yaşamdaki inanılmaz kötü yönetime bugüne kadar ses çıkarmayan kitle de birdenbire üniversite direnişine destek vermiştir. Allah’tan kendine muhalefet diyen birileri durumu pek sahiplenememiştir. Bu da öğrenciler için gayet iyi oldu… Onların direnişi AKP tarafından muhalefete mal edilemedi.

Bütün olayın kıvılcımı gibi görünen rektör atamalarının geçmişine bir bakalım:
Atamalar 1980 darbesi sonunda başladı. Ondan evvel üniversite kendi içinde rektörünü seçiyordu. 80 darbesi ile YÖK denen ne idüğü belirsiz yapı ortaya çıktı. Sanki tüm siyasi kutuplaşma ve kavganın sebebi üniversitelilermiş gibi üniversitelerin özgürlük alanları kısıtlandı. Eğitim bir yığın baskıcı kuralın içine hapsedildi. Baştan beri birtakım etkiler altında ya da hükümetlere göre renk değiştiren üniversiteler de böylece iyice merkezileştirilmiş oldu.

Amerikalılar 1980 darbesi için “Bizim çocuklar işi bitirdi” demişlerdi. İşte bu Amerikan darbesi Türkiye’nin tüm kurumları gibi eğitim kurumlarının da başına indi!
Türkiye’nin en üst düzey üniversiteleri Boğaziçi Üniversitesi de Yıldız Teknik Üniversitesi de Ortadoğu Üniversitesi de diğerleri de bu baskıcı sistemden paylarına düşeni aldılar.
1980’den sonra eğitimden ziyade üniversite içi siyaset dedikoduları öne çıkmıştı. Atamalar böyle başlamıştı.

1992’de üniversite kurullarının direnişi sonucu bir değişiklik oldu. Kurullar, Ankara’ya talepte bulundular ve sistem biraz olsun değiştirildi. Buna göre üniversite kurulu kendi aralarında seçtikleri 6 kişilik listeyi Ankara’ya ileteceklerdi. Ve YÖK bu listeden 3 isim belirleyerek, Cumhurbaşkanı’na iletecek… O da belirlenmiş 3 isimden birini atayacaktı. Bu sistem bu şekilde 2016 sonbaharına kadar sürdü. O dönemde Türkiye’de artık parlamento kalmamıştı. Ve ilk kez üniversitelerde aday listeleri uygulaması da kalktı.

2016’da Boğaziçi Üniversitesinde kurulun belirlediği birinci gelen aday atanmadı ve aday bile olmayan rektör yardımcısı rektör yapıldı. 15 Temmuz’un hemen akabinde “Bu ben yaptım oldu tavrı” yine Boğaziçi’nde görüldü. Direnenler susturuldu!
Zaten Darbe girişimi sonrası yapılan değişikliklerle tüm bu gibi sistemler askıya alındı ve Cumhurbaşkanı, Üniversiteden gelecek hiçbir öneriyi dikkate almadan keyfi atamalar yapmaya başladı.

Burada küçük bir parantez açmak gerekir: Hani konuşuluyor ya, “Yurtdışında, Batı’da bu iş nasıl yürüyor” diye…
Hasbelkader Amerika, İngiltere ve İtalya’da üniversite camiasında bulunduğum için bazı gözlemlerimi aktarayım: Amerika ve Avrupa’daki ya da Rusya veya Çin’de üniversitelerde özgür seçimlerden bahsedemeyiz. İşler atamalarla yürür. Görünüşte danışma kurulları vardır. İstişare ederler… Ama para ve siyaset üniversiteye de damga vurur! İtalyan mafyasının büyük isimlerinin, en prestijli Berkeley ya da Columbia Üniversitesinin akademik kadrosuna yüksek bağışlarla nasıl müdahale ettiği, basında yer almıştır. Tanık olduğumuz başka durumlar da vardır.

Amerikan Milli Güvenlik Konseyinde yer alan isimler aynı zamanda üniversite rektörü ve aynı zamanda ana akım medyanın yönetim kurulu başkanıdır. Bu işler böyle yürür. Ünlü Columbia Üniversitesi Rektörü ‘Lee Bolinger’ iyi bir örnektir mesela…
Yani siyaset ve para belki de en başta eğitimi ve üniversiteleri denetimde tutmayı hedefler. Bilimi kendi çıkarları için kullanan hakim sınıflar kimse için sır değildir. Öğretim üyelerinin çoğunun yabancı düşünce kuruluşlarından fon alarak yaşamını sürdürdüğü ya da bilimsel araştırma yaptığı herkesçe bilinmektedir.

Melih Bulu’nun atanmasına dönersek 1980’den beri bugüne kadar ki en “ben yaptım oldu” şeklinde olanıdır. Bugüne kadar biraz olsun üniversitedeki dengeler ve ihtiyaçlar göz önüne alınarak adımlar atılırken, AKP 2015 aday adayı Melih Bulu ile işin iyice çivisi çıkmıştır. Belki de iyi olmuştur… Yine tekrarlayalım: Ülkedeki tüm kurumlar tarumar edilirken üniversitelerin kenarda bırakılacağını düşünmek aptallıktır.

Melih Bulu yerine Boğaziçi Üniversitesinden bir AKP’li öğretim üyesi atansaydı yine herkes yerine oturup işine devam edecekti. Mesela oy çokluğuyla seçilmiş Gülay Barbarosoğlu yerine AKP’ye yakın Mehmet Özkan geldiğinde çok az ses çıkmıştır. Sistemin çarpıklığına 1980’den ya da 2016’dan beri ağzını açan da olmadı. O nedenle atamanın duyurulduğu Ocak başında “Şimdi neden çemkiriyorsunuz? Ya da bugüne kadar neden sustunuz?” demiştim…

Kısacası, hükümette kim varsa onun adamları politikada, iş dünyasında askeriyede, sanat alanında ve tabii ki üniversitede ön koltuğa oturuyor.
Öğretim üyesi ya da öğrenci “köprüyü geçene kadar ayıya dayı” diyerek idare ediyor. Çünkü öğretim üyelerinin belli bir seviyeye kadar hiçbir güvencesi yok. Öğrenci ise üniversite çarkları içinde öğütülebilir madde.

Sonuç olarak; “Deveye boynun eğri” diyoruz… O da “Nerem doğru ki” diyor.

Öyle ya da böyle bizim bu olayda odak noktamız öğrencilerdir. Bu olayla 18-20 yaşlarındaki öğrenciler AKP dışı herhangi bir iktidarı doğduklarından beri görmemiş olanlar bir haksızlığa direnmişler, ‘Anayasal Haklarını’ kullanmışlardır. Bu deney bile paha biçilmezdir. Onlar en azından anayasal haklarını kullanma bilinciyle hareket etmişlerdir.

Bugüne kadar eğitim camiasında ya da haksızlık gördükleri alanlarda hiçbir eğriliğe, baskıya, kıyıma ses çıkarmamış olanların da kendilerini bir özeleştiriye tabii tutmaları faydalı olur sanırım.

2016’daki rektör atamalarından seçim unsurunun tamamen çıkarılmasına direnmeyenler, 2017’deki anayasa değişikliğine ve rejimin değişmesine direnmeyenler şu an pandeminin toplum üzerinde özellikle de muhalif toplumsal kesimler üzerinde baskı kurmak için bir araç olarak kullanılmasına ses çıkarmayanlar, Boğaziçili gençlere destek verirken, geçmişteki sessizliklerini de düşünsünler!

Sonuç olarak; öğrencilerin hedef tahtasına konulmasına karşı durmak hem ailelerin hem biz basın mensupları ve benim gibi ömrü üniversitelerde gençlerle buluşarak geçen yazarların görevidir.

Genç öğrencilerle genç polislerin birbirini kırmasına yol açacak adımları atanları halk affetmeyecektir!

Gençlerin görevi de aralarına girecek ya da kulaklarına fısıldanacak aykırı seslerden kendilerini korumalarıdır. Cumhur İttifakının giderek erimesi, güç kaybetmesi nedeniyle girebileceği çatışma, körükleyici tavra karşı durmak da hepimizin görevidir. Ve çok önemli bir görevdir!

Bu Cumartesi günü saat 17.00’de yani 6 Şubat Cumartesi saat 17.00’de çeşitli üniversitelerden genç arkadaşlarla buluşacağız. Herkese açık bir YouTube yayını olacak. Banu Avar resmi YouTube kanalından bu yayın yapılacak. İlgilenenleri bekleriz.

Banu AVAR
04.02.2021

 

Önceki İçerik#24 – Psikolojik Savaş ve Clinton’ın PKK Aşkı
Sonraki İçerik#26 – Örümcek ve Deniz Yıldızı
2009’da Avrasya TV'de DÜNYA DÜZENİ adlı haber programını yaptı. 2004-2008 arasında TRT'de ‘SINIRLAR ARASINDA’ Haber Belgesel Programının yapımcısıydı. Londra City University televizyon bölümünde yüksek lisans yapan ve BBC TV Belgesel kurslarını bitiren Banu Avar BBC Türkçe bölümünde yapımcı ve sunucu olarak çalışmış, TRT’nin Londra muhabirliğini üstlenmiş; Günaydın, Vatan, Dünya, Politika gibi gazetelerde muhabir olarak çalışmış ve birçok dizi yazıya imza atmıştır. TRT 1 ve TRT 2’de yapımcılığını, yönetmenliğini ve sunuculuğunu üstlendiği "Mozaik" ve "Kaleideskop" programları yayınlanmıştır. "32. Gün" programının ilk yıllarında programın Londra muhabirliğini yapmış ve Kıbrıs, Demirkırat gibi belgesellerde yapımcı, araştırmacı olarak görev almıştır. BEN SEZAR (‘I, Ceasar’), KIRIM SAVAŞI (‘Crimean War’), BÜYÜK OYUN ‘The Great Game’ ve TRUVA ‘Troy’ gibi BBC ve Discovery Channel belgesellerinin künyesinde Türkiye prodüktörü olarak yer almıştır. 1999’da TV8’in belgesel bölümünü kurmuş, 2004’e kadar 30’dan fazla belgesele imza atmıştır. 2004 yılında -Attila İlhan ve Erol Manisalı ile birlikte- işine son verilmiştir. Denizciler, Bir Zamanlar Kıbrıs’da, Artık BİZ DE varız!, Devlerin Savaş Alanı Afganistan, Türkiye Sevdalıları gibi belgesellerden OHRİ, GÜZEL OHRİ Makedonca’ya çevrilmiş ve Makedon Ulusal TV Kanalında bir çok kez gösterime girmiştir; Rıza oğlu Haydar ALİYEV belgeseli ise Azerbaycan Devlet Kanalında defalarca yayınlanmıştır. 2004 yılında yapımına başladığı; Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu, Orta Asya, Çin, Hindistan, Güney Amerika ve Avrupa’dan dosyalarla 82 ülkeden konuların yer aldığı Sınırlar Arasında belgeseli 2008 mayıs ayında ABD, İsrail, Gürcistan, İsveç Büyükelçilerinin şikayetleri sonucu yayından kaldırıldı.. Bu gerekçe TRT üst yönetimi tarafından beyan edilmiştir! Avar daha sonra, 2009 Şubat - Haziran arasında AVRASYA TV (ART)'de "DÜNYA DÜZENİ" adlı haber programını yaptı. Banu Avar, 2004-2008 yılları arasında 40'dan fazla kurumdan çeşitli ödüller ve plaketler almıştır. 8 kitabı bulunmaktadır: Sınırlar Arasında (2006) Avrasyalı Olmak (2007) Hangi Avrupa (2007) ‘Böl ve Yut!’ (2008) Hangi Dünya Düzeni (2009) Kaçın Demokrasi Geliyor (2010) Gün O Gündür (2012) Zemberek (2016)

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz